Valensiya

22 Ocak 2009
Okuma süresi 11 dk

Bu yazıda, 2008 yazında gezdiğimiz İspanya’nın Valensiya’sını anlatacağım. Önce kentin tarihinden bahsedelim biraz:

Kentin Tarihi

İspanya’nın üçüncü büyük kenti olan Valensiya (Endülüs döneminde Balansiya adıyla anılmış) İ.Ö. 138 yılında Romalılar tarafından kurulmuş. Birçok farklı kültüre ev sahipliği yapan bölge Vizigotların, Kartacalıların, daha sonra Mağribilerin hakimiyetine girmiş. 1094 yılında, bir dönem Hristiyan El Cid’in eline geçmiş ama kısa süre sonra tekrar Araplar tarafından alınmış ve yaklaşık 100 yıl kadar daha Arapların elinde kalmış. Ta ki 1238 yılına kadar… İspanyolların Reconquista (Yeniden Fetih) diye adlandırdıkları döneminin sonlarına doğru olan bu dönemde, bölge Aragon krallığına dahil olmuş.

15. ve 16. yüzyıllar, Valensiya’nın ticari ve sanatsal açıdan yükselişte olduğu dönemlermiş. Bu dönemlerde, şehir sadece İspanya’nın değil Akdeniz’in önemli şehirleri arasında sayılıyormuş. 1701’de başlayan İspanya Veraset Savaşı ise şehir için önemli bir dönüm noktası olmuş. Avrupa’daki tüm büyük devletlerin müdahil olduğu bu savaşta, Valensiya Avusturya’nın yanında yer almış. Savaş sırasında bir dönem İngilizlerin kontrolüne geçen şehir, İngilizlerin bölgeyi terk etmesinden sonra özerkliğini kaybetmiş. İspanya İç Savaşı esnasında da, bir dönem Cumhuriyet’in başkenti olmuş. Bu sebeple Diktatör Franco tarafından uzun bir süre abluka altında bırakılmış. Franco şehri ele geçirdikten sonra da, bölgede Valensiya dilinin konuşulması ve öğretilmesini yasaklayarak şehri cezalandırmaya devam etmiş. Şehir, özerkliğini tekrar 1982 yılında kazanabilmiş.

Nereleri Gezmeli?

Valensiya, dar sokaklarında, eski binaların arasında yürürken aslında çok da özelliği olmayan sıradan bir şehir gibi geliyor insana. Plaza de la Virgen’i bulduğunuzda size tarihi derinliği de oldukça fazla olan bir şehir olduğunu hatırlatıyor. Daha sonra, yeni yerleşim bölgesinde bulunan Bilim ve Sanat Merkezi’ndeki ultra modern binaları da görünce daha da ilgi çekici gelmeye başlıyor. Valensiya’nın modern yüzüyle tanışmadan önce tarihin derinliklerine dalmalısınız.

Gezinize eski kentten başlayacak olursanız sizi şehrin en önemli dört binası karşılayacaktır:

  • Palau de Generalitat Sarayı: 1482 yılında inşa edilen saray bugün Valensiya bölgesel hükümetine ev sahipliği yapar. 17. ve 20. yüzyıllarda çeşitli eklemelerin yapıldığı Rönesans tarzı bir yapıdır. Özellikle Altın Odalar’daki altın işlemeli duvar panolarını mutlaka görmelisiniz.
  • Valensiya Katedrali: 1262 yılında inşa edilen katedralin birbirinden farklı Romanesk, Barok ve Gotik tarzda yapılmış 3 kapısı vardır. Barok tarzdaki kapı ana girişidir. Gotik tarzdaki Havariler kapısı ise Plaza de la Virgen’e bakar. Bu kapı önünde 1000 yıldır toplanan sulama kurulu, sulama suyunun dağıtımı konusunda çiftçiler arasında çıkan anlaşmazlıkları tatlıya bağlar. Miguelete adı verilen sekizgen çan kulesi Valencia’nın simgesi olarak bilinir, ayrıca muhteşem şehir manzarası kuleden izlenebilir. Kulenin Mağribi döneminde minare olarak yapıldığı biliniyor. Katedralin bir diğer özelliği de İsa’nın kutsal kadehi olduğu sanılan kupaya ev sahipliği yapmasıdır.
  • Basilica de La Virgen: Kilise ile bir geçitle bağlanan bazilika Valensiya’nın korucu azizesinin çiçeklerle bezenmiş heykeline ev sahipliği yapar.
  • Torres de Serranos: Tarihi meydandan Turia bahçelerine doğru yürürken karşınıza çıkan bu görkemli kuleler 1238 yılında savunma amaçlı inşa edilmiştir. Bugün içerisinde Deniz Müzesi bulunmaktadır.
  • Daha sonra, eski kentin merkezi diyebileceğimiz Plaza de la Virgen meydanını turlayabilirsiniz. Meydan etrafında çok sayıda kafe bulmanız mümkün. Valensiya’nın ünlü seramikleriyle süslü duvarlarıyla bu kafeler, mola verip Valensiya’ya özgü tatlar denemeniz için ideal.

Buraya kadar gelmişken, Valensiya’nın yaz içeceği Horchata’yı tadmanızı da tavsiye ederiz. Yer fıstığından yapılan bu tatlı içecek soğuk içiliyor, o yüzden genelde buz ve Farton denilen yumuşak ve tatlı hamur işi ile servis yapıyorlar.

Her büyük İspanyol şehri gibi Valensiya’nın da bir arenası var tabi ki.. Plaza De Toros Valencia adındaki arena 1860-1880 yılları arasında yapılmış. Arenada boğa güreşleri sık olmasa da yılda birkaç kere düzenlenmektedir. Burası daha çok konser ve festival gibi büyük sosyal etkinliklerde kullanılır.

Eski kentten sonra şehrin dar sokaklarından geçerek merkeze doğru ilerleyebilir, La Lonja ve Mercado Central’i görebilirsiniz. La Lonja 1482-1498 yılları arasında yapılmış ve orta çağda bölgenin ticaret borsası olmuştur. Bugün ise konser ve sergi faaliyetleri için kullanılmaktadır. Sarmal kolonlarıyla ünlü gotik tarzda bir yapıdır. 1996 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınmıştır. Avrupa’nın en büyük pazarlarından biri olan Mercado Central ise cam ve tuğlalardan yapılmış oldukça renkli bir yerdir.

Valensiya müzeler konusunda da zengin bir şehirdir. Bazılarına değinmek gerekirse:

  • Instituto Valenciano de Arte Moderno (IVAM) modern sanat müzesi 20. yüzyılın başarılı heykeltraşlarından Julio Gonzales’in heykellerine ev sahipliği yapar. Ayrıca günümüz sanatçılarının eserleri de geçici sergilerle bu müzede görülebilir.
  • Museo De Bellas Artes; bir çok ünlü ressamın eserlerinin sergilendiği güzel sanatlar müzesi ise 17. yüzyılda inşa edilmiş bir papaz okulunda bulunmaktadır. Bu müzede Velazquez, El Greco, Murillo ve Goya’nın önemli koleksiyonlarını görmek mümkündür.
  • Museo National de Ceramica Gonzalez Marti ise bir seramik müzesidir. Yaklaşık 5.000 eser renkli sıvalarla kaplı 18. yüzyıldan kalma barok bir konakta sergilenmektedir.
  • Museo de Historia Valencia şehrin tarih müzesidir. 19. yüzyıldan kalma bir sarnıca kurulan müze Romalılardan günümüze halkın yaşamından kesitler sunar.

Valensiya’ya özel bir başka güzellik ise Jardines del Rio Turia’dır. Eğer şehri yazın ziyaret ediyorsanız, Turia nehrinin eski yatağına kurulan bu 6 km uzunluğundaki dev bahçenin içinden yapacağınız serin yürüyüşten muhtemelen çok keyif alacaksınız. Bahçenin içinde spor ve yürüyüş yapan insanları, parklarda oynayan çocukların çokluğunu görünce bu parkın Valensiyalılar için de ne kadar sevilen bir yer olduğunu anlayacaksınız. Parkın üzerinde 19 tane köprü eski Turia nehrinin iki yakasını birleştirmiştir.

Bu bahçenin içinden denize doğru yapacağınız yürüyüş sizi Valensiya’nın modern yüzüyle tanıştıracaktır. Sanat ve Bilim Kenti (Cuitat de les Arts i de les Cience) siz daha içine girmeden dış mimarisiyle büyüleyecektir. Pek çok reklam filmine de sahne olan bu ünlü mekan 5 binadan oluşmaktadır. Kompleksin 4 tanesi mimar Santiago Calavatra tarafından yapılmıştır. İçinde IMAX sinema ve Planetaryum bulunan, insan gözü formundaki nefes kesici bina L’Hemisferic; açık hava tiyatrosu dahil 4 gösteri alanına sahip Palau de les Arts ünlü mimarın eserleridir. Diğerleri ise özellikle öğrencilere yönelik sergilerin bulunduğu bilim ve teknoloji müzesi Museo de la Ciencias Principe Felipe ve kompleksin otoparkını örten L’Umbracle’dır.

5. bina ise 500 farklı cinsten 45,000 adet deniz ve okyanus canlısını barındıran, 42 milyon litre sudan oluşan Oceanografico’dur. Bu dev akvaryum 9 farklı tematik tank içerir ve bu bölümler arasında tüneller ve köprüler bulunur. Ocenografico içindeki Dolphinarium Avrupa’nın en büyük yunus parkıdır. Saatleri hakkında önceden bilginiz olursa eğlenceli yunus şovları izleme şansınız olabilir. Büyük küçük herkesin çok beğeneceği Oceanografico’yu görmeden Valensiya’dan ayrılmamalısınız.

Bilim ve Sanat Kenti’nin göz alıcı binalarının aralarında yer alan dev havuzlar burayı daha da etkileyici kılar. Yaz aylarında bu havuzların görüntüsü bile sizi serinletmeye yetecektir. Avrupa’nın en geniş kültürel eğitim merkezi kabul edilen bu kompleksi gezebilmek için bir gününüzü ayırmalısınız.

Valencia’ya geldik denize girmeden olmaz derseniz kentin doğusundaki El Cabanal ve La Malvarrosa plajlarına gidebilir ve liman yakınlarındaki restoranlarda Paella yiyebilirsiniz.

Valensiya’yı tanırken bu festivaller şehrinin Fiesta’larını unutmamak gerekir. Bunlardan en önemli ikisi Las Fallas ve La Tomatina’dır.

Las Fallas 15-19 Mart tarihlerinde kutlanan İspanya’nın en muhteşem festivallerinden birisidir. 18. yüzyıldan kalan bu geleneğin hikayesi şöyle: Marangozların azizi San Jose’nin (Aziz Yusuf) çocuklara oyuncak yaptığı atölyesi bir gün bütün oyuncaklarıyla birlikte bir yangında kül olur. Bu olaydan sonra Valensiya’lılar San Jose’yi dev heykeller yaparak anmaya başlarlar. Bu heykellere Falla denir ve festivalin son günü tüm heykeller sokaklarda yakılır. İspanyollar gündüzleri Mascleta (bir çeşit çatapat), gece 12’den sonra ise muhteşem havai fişek gösterileriyle, müzik ve danslarla festivalin tadını çıkarırlar. Valensiya’nın ana meydanında Falleras’lar bulunur… Fallera festivalin en önemli kişileridir ve özel yöresel kıyafetler giymişlerdir. Fallera olabilmek için geniş çaplı bir seçim yapılır ve bir kişi Baş Fallera olarak seçilir. Baş Fallera’nın “Mascléta başlasın!” komutuyla mascléta gösterisi başlar. Festivalin son gününde Fallaslar’ın yakılması öncesi komite üyeleri toplanır ve bütün Fallaslar arasında bir yarışma düzenler; bir tanesi festivalin en güzel en popüler heykeli seçilir. Buna da “Ninot Indultat” ismi verilir ve her yılın en iyi Fallas’ı Valensiya’da bulunan bir müzede sergilenir.

Valensiya’nın en popüler ve en eğlenceli fiestası ise şüphesiz La Tomatina’dır. Bunol kasabasında her yıl Ağustos’un son Çarşamba günü yapılan domates savaşına binlerce İspanyol ve bir o kadar turist katılır. Festivalin nasıl başladığı tam olarak bilinmese de 1945 yılında arkadaşlar arasındaki şakalaşmayla ortaya çıktığı söylenmektedir. Belediye tarafından kamyonlarla binlerce ton domates alana getirilir ve başlama fişeği ile birlikte savaş başlar Domatesler fırlatılmadan önce mutlaka elle ezilmelidir. Aksi takdirde birilerinin yaralanabileceği tecrübe edildiği için, domatesleri ezmemek cezai yaptırımı olan bir harekettir. Festivalin kurallarından diğeri de şişe ve benzeri eşyalar ile kazaya sebep olabilecek hiçbir cismin festival alanına sokulmamasıdır. Yaklaşık iki saat süren savaştan sonra bitiş fişeği ile savaş sona erer ve artık domates atılamaz. Festivalin sonunda Bunol sokakları İspanyolların meşhur domates çorbası Gazpacho’yu andırır. Köyün sakinleri domates savaşı öncesi evlerine zarar gelmemesi için duvarlarını kaplarlar. Bu domates yığınının yaptığı kirliliğe rağmen köy halkı her yıl binlerce turist ağırlamaktan memnundur.

Biz Ne Yaptık?

Nedense, ilk başta Valensiya’yı pek beğenmedik. Belki, Barselona’yı gördükten sonra, onun yanında çok sönük kaldığından… Belki de kent merkezinde devam eden düzenleme çalışmaları ve inşaatların yarattığı sevimsiz hava yüzünden… Bir de hevesle aldığımız ‘Horchata’nın (yer fıstığından yapılan Valensiya bölgesi ile özdeşleşmiş bir içecek) tadı bizim damak tadımıza hiç uymayınca, “Biz en iyisi burayı biraz hızlı gezelim.” dedik.

Valensiya gezimizin ilk gününe eski kentle başlamak istedik. Eski kente doğru yürürken şehrin büyük pazarı “Mercado Central”i gezdik. Sabah saatleri olduğu içindi sanırım; pazarın içi çok sakindi. “Mercado Central”ın yakınındaki sokaklardan birinde bizim Salı pazarlarının benzerini görünce cıvıl cıvıl pazara girmeden ve bazı tezgahları karıştırmadan da geçemedik.

Eski kentin ünlü yapılarının olduğu meydan Plaza de Virgen’e geldiğimizde şık kafeler ve duvarlarındaki renkli seramikler havamızı biraz olsun değiştirebildi. Tarihi yapıların iç içe olduğu bu meydan gerçekten görülmeye değerdi.

Mevsim yaz olunca gölgelik bir yerin kıymeti daha da artıyor tabii ki… Biz de “Torres de Serranos”un gölgesinde bir kafeye oturup hararetimizi alır umuduyla keyifle “Horchata” sipariş ettik. Horchata’mız, yanında “Farton” adında yöresel bir tatlı ile birlikte geldi. Hevesle içtiğimiz yer fıstığı içeceği damak tadımıza pek uymadı ve hemen durumu meydandaki şahane dondurmacıda telafi ettik.

Şehir turumuzun ardından, günün sonunda dev alışveriş merkezi Bonaire’deki otelimize döndüğümüzde birkaç broşür arasından Okyanus Akvaryumu dikkatimizi çekti ve ertesi gün şehirden ayrılmadan önce oraya uğramaya karar verdik. Sabah kahvaltının ardından dev akvaryumun ilgimizi çekebileceğini düşünerek yola çıktık. Eski Turia nehrinin üzerindeki köprülerden birinden geçip nehrin kenarındaki otoparka aracımızı park ettik. Burası İspanya’daki nadir ücretsiz otoparklarından biriydi. Kentin bu bölümüne geldiğimizde Valensiya’nın yepyeni ve modern yüzü ile karşılaştık ve çok şaşırdık. Biraz da Valensiya’ya haksızlık ettiğimizi düşündük.

Valensiya’nın hayat kaynağı olan Turia nehri, yaşanan sel felaketlerinin ardından 1957 yılında nehir yatağının yönü değiştirilerek şehrin dışına yönlendirilmiş. Geride kalan eski nehir yatağının da, başlangıçta otoyol olarak değerlendirilmesi düşünülmüş ama halkın protestoları sonucu yatak dev bir parka dönüştürülmüş. Güzel bahçeler ve yürüyüş alanlarının yanı sıra bir Bilim ve Sanat Köyü’nü de barındıran park artık Valensiya’nın simgesi haline gelmiş.

Akdeniz güneşi etrafı kavururken biz nehir yatağındaki ağaçların arasından serin bir yürüyüşle Bilim ve Sanat Köyü’ne geldik. Parlayan güneş bembeyaz binaları daha da göz alıcı hale getirmişti. Binaların etrafındaki dev havuzları görünce de içimiz serinledi. Dev havuzlar o kadar hoş görünüyordu ki içine yanlışlıkla düşsek mi acaba dedik. Daha sonra, hayran hayran sağa sola bakarak Bilim Merkezi’nin içine girdik. Bilim Merkezi’nde özellikle çocuklara hitap edecek çok sayıda sergi ve mağaza bulunuyor.
Birbirlerine köprülerle bağlı bu yapılardan biri olan Ocenarium’da dev akvaryumlar ve yunus şovlarının yapıldığı alanlar bulunuyordu. Bilim Merkezi’ni hızlıca turlayıp zaman kaybetmeden “Dolphin Land”i bulduk ve şans eseri yunus show saatini yakalayabildik. Muhteşem bir şov izledik. Buradan “Oceanografico”ya geçtik. Dev akvaryumların altındaki tünellerden geçerek kocaman deniz ayılarından minicik deniz atlarına kadar pek çok canlıyı yakından görme şansı bulduk. Turumuz bitip karanlıktan çıkınca, gözümüzün gün ışığına alışması zaman aldı.

Bilim ve Sanat Köyü’ndeki güzel tecrübenin ardından Valensiya ağzımızda biraz daha şekerli bir tat bırakabilmişti. İlk günkü acımasız eleştirilerimizi geri aldık ve burayı da sevdiğimiz kentler listemize ekledik.

Biz gezimizin zamanlaması nedeniyle Valensiya’nın festivallerini göremedik. Ziyaret dönemimizi denk getirip “La Tomatina” festivalini (Domates savaşlarıyla her sene Ağustos’un son haftasında haberlere de konu olan ünlü festival) görebilseydik burayı daha çok sevebilirdik belki de…

0 Yorum

Bir İçerik Gönder

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir