“Tasarım Odaklı Düşünce (Design Thinking) de neymiş?” deyip farklı kaynakları kurcalamaya başlayan biri çok geçmeden bu kavramın tarifi üzerinde bir karmaşa olduğunu anlamaya başlar. Tasarım alanında tanınmış akademisyenlerden Richard Buchanan da 2011 yılındaki bir mülakatında bu duruma şöyle değinmiş:
“Tasarım Odaklı Düşünce çok muğlak ve kontrolden çıkmış bir kavram. Kimi için bilişsel bir süreç, kimi için bir yetkinlik ve alışkanlıklar kümesi, bazıları için ise bir iş sloganı. Bu kavramın bu kadar çok şeye indirgenmiş olmasına üzülüyorum, özellikle de IDEO gibi bir firmada. İsmine Tasarım Odaklı Düşünce dedikleri bir reçeteleri var.”
(Richard Buchanan, 2011)
Buchanan’ın taş attığı IDEO adlı tasarım firması ise Tasarım Odaklı Düşünce kavramın iş dünyasında ünlü olmasına vesile olan firma… Aslında bu kavram ilk defa 1960’larda karşımıza çıkıyor; ama 1991 yılında kurulan ve daha sonra endüstriyel tasarım alanında oldukça nam salan IDEO firması çalışmalarında kullandığı yöntemi Tasarım Odaklı Düşünce diye adlandırıp pazarlamaya başlayınca, kavram iş dünyasının radarına giriyor. (Not: IDEO daha sonra kullandığı yönteme İnsan Odaklı Tasarım (Human Centered Design) adını vermiştir.)
Akademik dünyaya göre Tasarım Odaklı Düşünce bir yöntem ya da süreç değil, bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım sorunları bir tasarımcı gibi ele almayı hedefler. Peki nedir bu yaklaşımın farkı?
Tasarımcıların çalışma konularının merkezinde insan vardır. Müşterileri bazen bir kişidir, bazen küçük bir grup bazen de milyonlarca kişilik bir kullanıcı kitlesi. Tasarımcılar, müşterileri için bir çözüm geliştirirken tasarım konularını tüm boyutları ile anlamaya uğraşmazlar. Tasarım işinin içindeki insan öğesinin ağırlığı ve karmaşıklığından ötürü bu çoğu zaman mümkün de değildir. Onlar için sorunu kara kutu gibi kabul edip deneme yanılma ile çözüm geliştirmek çok daha etkili bir yoldur. O yüzden doğrusal bir akış değil, deneme yanılmanın çok olduğu karmaşık akışlar izlerler ve duygular veya estetik gibi soyut konuları da dikkate alırlar. Neden mi? Biraz daha açalım…
Odağında insan olan sorunları, mühendislik ve astronomi gibi iyi oturmuş teknik alanlardaki sorunlarla kıyasladığınızda önemli farklılıklar görürsünüz. Örneğin, Mars’a uydu gönderme gibi sorunlar analitik bakış açısı ile yeni bilimsel bilgiler ve teknikler geliştirmeyi içerir. Hindistan’da tuvalet alışkanlıklarından kaynaklı sağlık sorunlarını çözme konusunu ise analitik yöntemlerle irdelemek bir sonuç vermez. Bu sorunun sosyolojik, psikolojik, ekonomik, teknik…vb. tüm boyutlarını çözümleyip anlamak Mars’a uydu gönderen insanoğlunun hala kapasitesinin çok üzerindedir. Bu tarz sorunlar, Horst Rittel tarafından isimlendirilen haliyle, kötücül (wicked) sorunlardır ve aşağıdaki özellikleri sergilerler:
- Sorunların tek bir tarifleri yoktur, bulunan her tarif farklı bir çözüme götürür
- Sorun için her zaman birden fazla açıklama bulunabilir ve bu açıklama sorunla uğraşan kişiye bağlıdır.
- Bulunan çözümler doğru veya yanlış olamaz, iyi veya kötü olabilirler.
- Sorun ile ilgili yapılan tarifin ya da bulunan çözümün kesin bir testi yoktur.
- Her sorun nevi şahsına münhasırdır.
Bu kötücül karakterinden ötürü, odağında insan olan karmaşık sorunların neden-sonuç ilişkilerini makul bir çaba sarf ederek tamamen çözümlemek mümkün değildir. Bu durumda sorunu bir kara kutu olarak kabul etmek gerekir. Açamadığınız bir kutunun içinin neye benzediğini tam olarak bilemezsiniz. Ama bazı deneyler ve sondalar yaparak işinize yarayacak tahminler yapabilirsiniz. Bu şekilde sorunu tamamen açıklayamasanız da, deneylerin ve sondaların sonuçlarını yorumlamanız ve sorunu belli ölçüde anlamanız mümkündür.
Açıklayamadan anlama hali ilk defa duyanların kulağına biraz tuhaf gelebilir; ama bu durum için, 19. yy.’da yaşamış ve 20. yy. başlarını görüşleriyle önemli ölçüde etkilemiş Alman felsefeci Wilhelm Dilthey, yeni bir sözcük bile üretmiştir. Dilthey, kendi döneminde sosyal bilimlerin fen bilimleri karşısında kötü bir imaja sahip olmasına cevap olarak sosyal bilimleri yeniden konumlandırmaya çalışmıştır. Çalışmalarında tüm bilimlerin hedeflediği alanları anlama amacından bahseder. “Doğa bilimleri bunu yaparken açıklamaya, sosyal bilimler ise yorumlayarak kavramaya çalışır.” der. Bu sebeple sosyal bilimler için verstehen (fer.ştin olarak okunur), yani içeriden anlamak, açıklayamasa da yorumlayarak kavramak anlamında, yeni bir ifade önermiştir. İlerleyen yıllarda verstehen kavramı Max Weber gibi pek çok düşünürün ilgisini çekmiş ve uğraş konusu haline gelmiştir.
Karmaşık sorunları çözmek için sondaların sonucunda elde edilen veriler doğrultusunda eldeki uygun çözümleri denemek gerekir. Deneme yanılmalar sonucunda arzu edilen sonuçları elde etmenin garantisi yoktur. Ama yeteri kadar iyi sonuçlar elde edilebilir.
Bu çalışma şeklini zihninizde daha iyi canlandırabilmek için bir mimarın çalışma şeklini düşünebilirsiniz. Şimdiye kadar bir mimar ile çalışmayı deneyimlememiş olanlar için birkaç deneyimimden yola çıkarak nasıl çalıştıklarını paylaşayım.
Bahsettiğim deneyimimde, mimarlardan destek istediğim konulardan biri yeni bir binanın komple tasarımı, diğeri de mevcut bir binanın iç mimari tasarımı idi. Hepsi çalışmaya benimle detaylı bir görüşme yaparak başladı. Görüşmelerde, “Ne düşünüyorsunuz?” şeklindeki çok geniş sorulardan başlayarak “Şu cephede cam olmasını ister misiniz?” şeklindeki dar sorulara kadar inen bir sorgulama yaklaşımı izlediler. Daha sonra mevcutta kullandığım binayı incelemeyi istediler. Nelerden memnun olduğumu, nelerden memnun olmadığımı sordular. Ellerindeki hazır tasarımlardan benim hoşuma gideceğini düşündüklerini önüme koyup fikrimi sordular. Tasarımların hangi kısımlarını beğendiğimi, hangilerini beğenmediğimi ve nedenlerini sordular. Bazı beklentilerimin çeliştiğini fark edip sorguladılar. Sonra bir eskiz çalışıp gösterdiler ve görüşlerimi aldılar. Tamam dediğim kısımları daha da detaylandırdılar, tereddüt ettiğim kısımlar için ise birkaç eskiz daha çalışıp getirdiler. Tüm tasarımın içime sindiğini söyleyene kadar yinelemeli ve artırımlı bir yaklaşımla önüme çıktılar koydular. Zihnimde ne dönüp bittiğini bilmelerine imkân yoktu. Çalışmanın başında ne hoşuma gider ne gitmez sorusunu bana sorsanız, verecek pek bir cevabım da yoktu. Ama bu yaklaşımı izleyerek hoşuma giden çıktılar üretmeyi başardılar. Ortaya koydukları muhtemelen olabilecek en iyi çözüm değildi; ama benim için yeteri kadar iyi bir çözümdü.
Özetle, Tasarım Odaklı Düşünce’yi, bir ihtiyaç için çözüm üretmek üzere önce ihtiyaç sahibi kitleyi derin anlamayı, buradan yola çıkarak hedeflenen ihtiyaç için çözüm önerileri geliştirmeyi, çözüm önerilerini müşteri ile sınayıp geliştirerek müşteri için en uygun çözümü tasarlamayı, her aşamada müşteri ve tüm paydaşlar ile birlikte çalışmayı amaçlayan bir yaklaşım olarak tarif edebiliriz.
Bu yaklaşımı uygulamak için kullanabileceğiniz pek çok yöntem mevcut. Daha fazlası için IDEO, DSchool gibi kurumların yöntem setine veya İnsan Odaklı Tasarım adlı kitaba bakabilirsiniz.
0 Yorum